Getting your Trinity Audio player ready...
|
Sinema dünyası için almanak çıkarmaya devam ediyoruz. Bu hafta 2002 yılındayız. Millet olarak Türkiye’nin sürpriz Dünya Kupası başarısı ardından futbol sevmeyenleri sokakta kovalıyormuşçasına futbol dolu gündemimizin olduğu bir yıldı 2002. Sanat dünyasında ise gündem başkaydı 11 Eylül saldırıları sonrası baş gösteren yeni dünya, sanata da duhul etmeye başlamıştı ancak bu henüz sinema sektöründe görülmeye başlamamıştı zira sinema eserler üretilmesi daha uzun süren sanat dallarından, yani 2002 yılında izlediğimiz çoğu filmin projesinin başlangıç tarihi 2000 – 2001’e kadar çekiliyor.
Her zamanki gibi, filmleri daha detaylı konuştuğumuz muhabbetimizi dinlemek için söyle > Spotify veya spotify üyeliğiniz yoksa şöyle tıklayabilirsiniz > Anchor
Uzatmadan başlıyorum
10 – 28 Days Later – 28 Gün Sonra
Bir İngiliz Sineması (yoksa Britanya Sineması demek daha mı doğru olur?) filmi ile açılışı yapıyoruz. Danny Boyle kendisinden zombi filmi çekmesini bekleyeceğiniz bir yönetmen değil ama kısıtlı bütçeyle kendisine yatırılan paradan daha büyük bir iş çıkaracağına güvenebileceğiniz bir isim, burada da durum o. Düşük prodüksiyonlu yüksek aksiyonlu bu zombi filminin yakaladığı başarı ise ‘eskilerde kalmış’ gibi görünen zombi temasının tekrardan sinema gündemine girmesinde önemli bir rol oynadı
9 – Ciade de Deus (City of God) – Tanrıkent
İngiliz sinemasından sonra Brezilya sinemasından bir kült eser ile devam ediyoruz. Dürüst olmak gerekirse bu film eski klasik film Orfeu Negro (Black Orpheus) ile beraber bildiğim 2 Brezilya filminden birisi. Dolayısıyla filmi izlerken herhangi bir beklentiye sahip olmadan izledim ve çok hoş bir süpriz ile karşılandım. Brezilya’nın en ciddi problemleri arasında olan suç ve çeteler ile sıradan insanları bu çemberin içine iten yoksulluk sorunu üzerine kaliteli bir hikaye yatıyor burada
8 – Ice Age – Buz Devri
“Yılın büyük animasyon filmi” fikrinin oturmaya başladığı yıllar bunlar. 2000’li yıllarda ileri gidildikçe her sene en az bir büyük animasyon franchise’ından film görür olduk. Bu büyük franchise(imtiyaz diye çevirebilir miyiz acaba)lardan birisi de tabi ki Buz Devri serisi. Serinin muhtemelen en iyi filmi de ilk film. Koca bir neslin cd biçiminde evinin bir köşesinde tuttuğu bir film aynı zamanda, çünkü tekrar izlenebilirliği çok yüksek bir film
7 – Minority Report – Azınlık Raporu
Efsane bilim-kurgu yazarı Philip K. Dick Hollywood tarafından ara ara hatırlanan bir isim. Dick’in tüm kariyeri çok yaratıcı konseptler etrafında yazılmış kısa hikayeler ile dolu. 1956 yılında yazdığı “The Minority Report” da bu yaratıcı hikayelerden birisi. Roman uyarlamanın pek çok zorluğu var ama kısa bir hikayeyi bir filme uyarlamanın daha zor olduğunu düşünürüm, çünkü uzun bir romanda bir filmi kolayca doldurabilecek kadar materyal vardır sen kırpılması gereken yerleri seçersin, kısa hikaye uyarlarken ise bir filmi doldurmak için hazırda yeterli materyal olmadığı için yan kolonları senin çıkman gerekir. Minority Report filminin şansı da bu yan kolonu çıkacak ismin yine efsane bir isim olmasından geliyor; Steven Spielberg. Uyarlamanın hakkı efsane yönetmenin elinde verilmiş oluyor ve ‘sosyal konularda yorum yapan’ bir diğer film senenin çok izlenenleri listesine giriyor
6 – The Pianist
Belki Spielberg kadar büyük, kesin olarak ise ondan daha tartışmalı bir isim yönetmen Roman Polanski filmi şimdiki maddemiz. Polanski o dönem en azından şimdiki kadar suçlarıyla değil, yeteneği ile konuşulan bir isimdi. İzleyenin duygularına hitap etmek isteyen bir film bu, bu amaçla yola çıkıp dünya tarihindeki belki de en trajik olay olan Yahudi Soykırımı’nı anlatarak doğru bir hikaye noktası seçiyor kendine. Filmin çıkışından 2 yıl önce hayatını kaybeden besteci Władysław Szpilman’ın hayatı etrafında, 2. Dünya Savaşında yaşanan trajediyi anlatan, yoğun bir eser The Pianist. Kuşku yok ki, 2000lerin ortalarında art arda 2. Dünya Savaşı dramaları görmemizin müsebbiplerinden birisi bu filmin başarısı
5 – Uzak
Nuri bilge ceylan’ın Nuri Bilge Ceylan olduğu film, tabi NBC’nin öncesinde de yeteneğinden ışıkları gösterdiğine şahit olmuştuk ama Uzak ile birlikte ilk defa dünya çapında da bilinirliğe erişti zira Cannes film festivalinden jüri özel ödülü, Altın Palmiye adaylığı ve En iyi erkek oyuncu ödüllerini toplayarak döndü Uzak. Bu ödüller arasında en çok iz bırakanı en iyi erkek oyuncu ödülü oldu zira bu film, ödülü kazanan aktör Mehmet Emin Toprak’ın son filmiydi, Toprak 2002 aralığında trafik kazası sonucu hayatını kaybetti. Mehmet Emin Toprak’ın ardında bıraktığı miras ise benim hayatımda gördüğüm en doğal oyunculuk performanslarından birisi oldu.
4 – Equilibrium – İsyan
Bilim Kurgu hayranları için, özelikle de bu hayranlığını işin edebiyat boyutuna da taşıyanlar için çok özel bir filme geldik şimdi. Niye çok özel çünkü adeta bilimkurgu edebiyatının distopya kısmını bir miksere atmışsınız ve öbür taraftan Equilibrium çıkmış gibi bir durum var. Film Fahreneit 451, Cesur Yeni Dünya, 1984 başta olmak üzere pek çok klasik ile harmanlanarak üretilmiş diğer pek çoğuna da göndermelerde bulunan hikayesi ile geek gönüllere ufak kalp krizleri yaşatıyor. Yetmiyor üzerine çizgi roman estetiği ekleyerek sevilecek bir katman daha bırakıyor. Böylelikle Matrix’in açtığı yolda bilim kurgunun ana akıma yükselmesi yolculuğunda önemli basamak olarak hafızamıza (ve kişisel olarak gönlüme) giriyor.
3 – Spider Man – Örümcek Adam
Equilibrium için bilim kurgunun yükselişindeki basamaklardan birisi dedik, işte Spider Man için benzer bir ifadeyi daha keskin kullanmak durumundayız çünkü Spider Man geek kültürünün ana akıma çıkışında bir basamak olmaktan da öte bir esas klon gibi yükselmekte. Tabi ki X-Men, Blade ve gönlüm yana yana listeden elemek durumunda kaldığım Blade II(en sevdiğim süperkahraman filmi gibi filmlerin etkisi büyük. Ama İtiraf edelim eğer Sam Raimi kötü bir iş çıkarsaydı, eğer ilk 2 Örümcek Adam filminin ayağı tökezleseydi belki de bugün süper kahraman sineması dediğimiz olay çok daha az insanın gündemine alacağı bir şey olacaktı.
2 – Star Wars: Episode II – Attack of the Clones – Yıldız Savaşları Bölüm 2 – Klonların Saldırısı
Bir önceki maddede parantez içinde verdiğim Blade II‘nin en sevdiğim süper kahraman filmi olması ile ilgili çoğu kişiye tuhaf gelecek fikrimi okuduysanız hazır olun çünkü şimdi vitesi arttırıp muhtemelen daha fazla insana tuhaf gelecek bir fikrimi açıklayacağım. Attack of the Clones benim en sevdiğim Star Wars filmidir. Obi Wan’ın, Noir filmlerden fırlamış gibi duran yan hikayesiyle, Anakin’in kötülükle ilk sınavlarını verip kaybetmesiyle, Palpatine’nin planının ‘işleyişini’ ilk defa görüşümüzle ve daha birçok yanıyla çok seviyorum ben bu filmi. Sevmeyenlerin eleştiri noktalarını anlıyorum ama o noktalara fazla tepki verdiklerini düşünüyorum. Hatta ben insanların eleştirdiği kusur noktaları eklendiğinde filmi daha kıymetlenmiş görüyorum. İtalyan Yeni Dalga Sineması’nın büyük yönetmeni Federico Fellini’nin dediği gibi; “İyi bir filmin kusurları olması gerekir, tıpkı gerçek insanlar gibi, tıpkı gerçek hayat gibi”
1 – The Lord of the Rings: The Two Towers – Yüzüklerin Efendisi: İki Kule
“Çekilmiş en iyi savaş sahnesi hangi filmdedir” diye sorsam, çok fazla kişinin aklına gelecek ilk cevaplar arasındadır İki Kule. Filmin neredeyse yarı zamanını tek bir kale savunmasına harcamak riskli bir tercih, ama işte Peter Jackson’un yaptığı gibi bunu savaşın tüm detaylarını düşünerek kotarabildiğinde de sinema tarihinin en “epik” filmlerinden birisini yapmış oluyorsun. Sadece bu epik an oluşturma hevesini dünya sinemasında tekrar hortlattığı için bile olsa listemizde yer alması gereken bir filmdi İki Kule ama bununla kalmadı. Tüm dünyaya Yüzük Kardeşliği’nin başarısının anlık bir rüzgar olmadığını ve artık Yüzüklerin Efendisi diye bir olayın çok fazla insanın hayatında önemli bir yer edineceğini kabul ettirdi.
Kapanış paragrafıyla hiç uğraşmayıp bir sonraki bölümde, 2003 senesinin filmleri ile beraber görüşmek üzere diyelim.